-
Annelik Kurguları /Cogito 81
Şimdi bu annelik denen şey çok karmaşık geldi bana. Hamilesin iyi, doğurdun güzel. Memene yapıştı cok cok emdi büyüyor, süper. Çooook seviyoruz, en çok, en bi çok seviyoruz. Eee peki bu mu yani! Üstelik Elisabeth Badinter “annelik sevgisi diye bir şey yok, aslında sadece sevgi var” demiş ve bunu taa yıllar önce okumuşum, üstelik kendi annemle deneyimimde sevgi en aklıma gelmeyen kavram falan. Cidden, doğurdum da nedir yani dediğim az olmadı. Kendi anneliğimin ötesinde bir annelik var. Kuşatılmış bir annelik bu. Taa ilk dinlere ilham veren bir annelik. Okulda da ana tanrıça çalıştım hep. Ana tanrıçaların doğurmadığını biliyorum. Artemis, Kybele… Üstelik çocuk düşmanı bu tanrıçalar. Artemis mesela Niobe’nin altı çocuğunu…
-
Erzurum Ekspresi ile Kars Yolculuğu
Efenim o zamanlar Erzurum Ekspresine sadece “pis fakirler” binerdi. Parası olan otobüsle, daha çok parası olan uçakla giderdi. Instagram’ın icat edilmediği zamanlardan bahsediyorum. Ben Cumhuriyet Ekspresinde tanıştığım ve rakı içiyor diye flört etmeye karar verdiğim beyle dest-i izdivaç eylemiştim ki balayından döner dönmez kendisine Erzurum-Kars-Erzincan görevi verildi. Erzurum’da yalnızdı ama Kars’ta kendisine katılmaya karar verdim ve Erzurum Ekspresine gidiş-dönüş bilet aldım. Tabi yataklı vagondan. Bindim, yerleştim. Bir ben varım koca vagonda bir de kondüktör. Vakitlerden bir öğle vakti, yemek için bir öndeki vagona geçtim, oturdum. Garson geldi, şaşkın biraz. Buyrun dedi. Yemek yiyeceğim dedim. Gitti, mönü getirdi ama ortam bir garip. Aşçı çıktı mutfaktan, bir kondüktör geldi baktı gitti falan.…
-
Annelik Sevgisi / Elisabeth Badinter
Galiba 2000 yılından beri dönüp dönüp okuyorum bu kitabı. Gerçek anlamda okumam ise hamileliğime denk gelir. (Çünkü durum ciddiydi, anne oluyordum.) Badinter der ki: Annelik sevgisi diye bir şey yok! Bu kadar net ve sert bir söylemle karşılaşacağınızı bilin ki eğer bu tavsiye postu üzerine kitabı okuyup sonra pişman olacaksanız kulaklarım çınlamasın. Annelik sevgisi çok yaygın olarak içgüdüsel olarak tanımlanır. Her şekilde bir kadının doğurduğu çocuğu öyle ya da böyle seveceği, onun için fedakarlıkta bulunmaktan kaçınmayacağı fikri o kadar yaygındır ki bir çocuğa herkesin zarar vermesi (zarar derken ihmal ve istismarı da katalım) normal karşılanabilirken annenin zarar vermesi karşısında hayretlere düşeriz. Anneliği tüm kuşatılmışlıklardan arınmış “saf” bir duygu olarak görmek…
-
Kötülüğün Sıradanlığı
Kötülük sıradandır. Aklımızın almayacağı kadar sıradan. Sıradan iki adam korkunç şeyler yapabilirler kılları kıpırdamadan. Vahşet derecesinde, aklımızın almayacağı derecede işler yapabilirler. Onlara bakıp “psikopat” deriz, “katil” deriz, aklımız alabilsin bu vahşeti diye kafa patlatırız En sonunda bu kötülüğün dinamiklerini çözmeyi sinirlerimiz kaldırmaz, bunu insanlıkla bağdaştıramayıp üstünkörü bir sonuca varır ve hayatımıza devam ederiz. Peki ya emir alınan kötülük… Onun çözümlemesi de bu kadar sinir bozucu mudur? Bir adam emir aldığı için milyonlarca kişiyi öldürür ve “ben görevliydim sadece, bana emir verildi” derse! Aslında kötülük dediğimiz şey işte bu kadar sıradansa! Hannah Arendt, Yahudilerin Nazi gettolarına ve toplama kamplarına naklinden sorumlu Adolf Eichmann’ın duruşmasında kötülüğün ne kadar sıradan bir olgu olduğuna…
-
Tirza
Kaç gündür yazayım deyip zorlandığımdır kendileri. Google’a baktığımızda “21. Yüzyılın ilk klasiği” dendiğini göreceksiniz. Doğru olabilir, sıkı bir kitap. Kesinlikle çok okunsun diye yazılmış değil, kesinlikle kolay değil. Basitçe “yeni nesil bir ırkçılık” hikayesi bu. Yeni ama bir o kadar da tanıdık. Kitabın başlarında bir yerde kadın adama “melez mi, melez mi dedin, faşistsin sen” dediğinde şaşırırız. Zira Jörgen Hoofmeester iyi biridir, düzenli bir işi vardır, kızlarının babasıdır, burjuva varoluşçusu bir adamdır. Belki biraz sıkıcıdır ama zararsızdır. Kızlarının gece evden kalan erkek arkadaşlarına temiz havlu teklif eder (babaya bak babaya!), Ganalı hizmetçisiyle cinsel ilişkisi vardır, karısı uçarıdır ve evi terketmiştir, kızlarını tek başına büyütmüştür, onların geleceği için para biriktirir vs.…
-
Almodovar Teoremi
Salı sallanır gönderisi. Dün yazacaktım ama Notre Dame yandı. 😫 Hani Notre Dame’ın Kamburu vardır ya, Hugo’nun eseri… Hani orada yüzü siğilli kambur bir zangoç vardır. İnsanların alayları yüzünden içine kapanmıştır, bir süre sonra çan sesinden sağır olur ve alayları bile duymaz. Kilisenin gölgelerinde gezinir, çan kulesinden Paris’i ve insanların acımasızlığını seyreder, sonra bir gün dünyalar güzeli Esmeralda’ya aşık olur. Aşk, güzele beslenen duygular mıdır acaba? Güzel nedir, estetiğin sınırları nerede başlar? Antoni Casas Ros otobiyografik romanı Almodovar Teoremi’nde güzelliğin çizgileriyle oynuyor, adeta matematiksel bir zeka ile yapıyor bunu da. Bu kitabı raftan çektiğimde ilk baktığım şey fiyatı oldu. Parkta vakit geçirecektim, yanımda kitap yoktu ve yazarı duymamıştım bile. Ucuz…
-
Blöf Kitap
Bugün size yine piyasada zor bulacağınız bir kitabı tanıtacağım. (Edit: Yeni baskısı Koç Üniversitesi Yayınlarından çıktı.) Bu kitap yıllarca evde o raf senin bu raf benim gezdi durdu. Geçenlerde ‘bir gecelik okuyayım’ bitsin halet-i ruhiyesiyle kitaplığı karıştırırken raftan göz kırpıverdi. Açıp okumaya başladım. İlk iki sayfada kıkır kıkır gülüyordum. Üçüncüde artık makarayı koyverdim gitti. Adı gibi blöf dolu bir kitap. Absürt, sarkastik. Okuru da kendini de alaya alıyor. Her bölümde “bu sefer tongaya düşmeyeceğim” diyorsun ama düşürüyor. Konu anlatamayacağım çünkü daldan dala çok zekice bir muhabbet dönüyor kitapta. Piri Reis’in yediği tüylü balıklardan Umberto Eco’nun berber macerasına, oradan da Nasreddin Hoca’nın maya çaldığı gölün Kuğu Gölü olduğuna nasıl geçildiğine şaşıyor…
-
Geliş-Arrival
Geliş (Arrival, 2016) Yön: Denis Villeneuve, Oyn: Amy Adams, Jeremy Runner, Forest Whitaker Çok sakin, aksiyonsuz bir bilim-kurgu filmi bekliyor bizi. O kadar aksiyon yok ki, filmde basında çıkanların etkisinde kalarak çatışma başlatan bir kaç askerin olduğu sahnede bile çatışmayı göremiyoruz. Arrival Hugo, Nebula, Locus ödüllü bilim kurgu yazarı Ted Chiang’ın 1998’de yayımlanan Story of Your Life adlı öyküsünden uyarlama. Filmde Louise rolündeki Amy Adams’ın performansı müthiş. Bol diyaloglu, aslında nredeyse tamamen diyaloglara dayanan bir film bu. Eğer zihin yoran filmlerden hoşlanmıyorsanız Arival sıkıcı bile gelebilir. Yani bir elde telefon sosyal medya gezinirken izlenecek türde bir film değil. Arrival’de dünyaya erişmiş uzaylılarla iletişim kurma çabası anlatılıyor ama bir yandan da…
-
Greta’yı Dinlemek
Dünden kalan… 21 Aralık’tan beri bir kızım var, adı Greta. O gün Greta’yı kapak fotosuna koymuştum (facebook), beni bu kadar etkileyen bir konuşma azdır çünkü. Boş laklakçıların dünyasında Greta duru bir ses. Bugün 106 ülkede gerçekleşen okul grevlerinin katılımcılarından biri de Umur’du. İlk eylemi “dünyayı kurtarmak” oldu. Evet ”dünyayı kurtarmaya gidiyorum” diyerek çıktı evden ve bizim saçma sapan dünyayı kurtarma! planlarımızdan çok daha sağlam bir dünya görüşü var sıpanın. Bu X sıpaları kurtarabilirse kurtaracak zaten, yoksa 40 yıl sonrası yok! Bunu hala idrak edemedik. Eğer bir şeyleri değiştirmezsek torunlarımızın çocukları olmayacak! Şimdi aman iyi beslensin dediğimiz çocuklarımızın susuz ölme tehlikesi var! Daha nasıl anlatalım vre, hâlâ poşet tartışması yapıyoruz. (Ha…
-
Amerikan öykü geleneği ve Amerikan film endüstrisine katkısı üzerine bir not
Amerikan öykü geleneği ve Amerikan film endüstrisine katkısı üzerine not: “Bugün Türk sinemasının en büyük kaynak sorunu nedir?” diye sorduğumda bir kaç sinema erbabından “senaryo” cevabı almıştım ve bu daha önce Türkiye’de senaryo üretmenin sıkıntılarına dair okuduklarımla örtüşüyor. Karşı bir örnek olarak Amerikan sinema ve dizi sektörünün niceliksel olarak çok üretim yapması ile bunun nedenlerini araştırmaya başladım. Çoğu ticari olmakla birlikte Amerikan film endüstrisi güzel-akıcı-yaratıcı-hayal gücünü zorlayan eserler verir çünkü. Bunun sadece ticaretle açıklanamayacağını, az çok yazı yazan biri olarak yaratıcı yazınsal süreçlerin sadece parayla işleyen bir makine olmadığını hissediyorum. Bunun üzerine okumaya başladığımda gördüm ki, Amerika’da daha 1930’larda, sadece üçünün haftalık toplam satışı 6 milyonun üzerinde olan yüzlerce öykü…
-
İmprimatur ve Secretum
Barok Dönemin yenilikçi atmosferini fon olarak alan çok güzel iki kitap Imprimatur ve Secretum. Imprimatur, Latince baskı izni anlamına gelir ve Katolik kilisesinin bir kitap için yayınlama izni anlamında da kullanılır. Kitabın yazarları Francesco Sorti (müzikolog) ve Rita Monaldi (dinler tarihi uzmanı) bu iki kitabı da uzun süren arşiv taramasından sonra yazmışlar. Resmi Vatikan belgelerine de dayanan kitap içinde ciddi bir din eleştirisi barındırdığı için Vatikan tarafından yasaklanmış ve İtalya’da sansüre uğramıştır. Hatta basan yayınevi bile katalogundan çıkarmıştır. Her iki kitapta da polisiye bir akış var. Imprimatur’da bir soylunun ölümü üzerine karantinaya alınan han sakinlerinin birbirlerine anlattıkları hikayeler bütünleşir ve romanın ana konusunu da Viyana Kuşatması sırasındaki papanın merkezinde olduğu…
-
Sevgili Arsız Ölüm
Dün polisin “abla göreve gideceğim ama bırakamıyorum, saatlerdir de bende” deyip elime tutuşturduğu kutudan minnak bi kedicik çıktı. Bebeği olanlar bilir, gece uyku haramdır yeni annelere. 😀 Hal böyle olunca ben de bebeği hırkamın altına alıp artık elimde sürünen (evet süründü resmen) Sevgili Arsız Ölüm’ü bitirmeye azmettim. Bitti de. Sabah kedinin adının Dirmit olarak ilan edilmesinin sebebi de bu kitaptır. Dirmit…”Kurtar kız kendini” diye seslenesim gelen kitabın küçük pasif direnişçisi. Kuşkuotunun, tulumbanın, cinlerin, ince yağan karı yoldaşı Dirmit… Yıllar önce bu kitabı elime almıştım ve bitirdim mi onu bile hatırlamıyorum. Tabi o zamanlar büyülü gerçeklikten falan haberim yoktu. Okuduysam da okumadım sayıp başlamıştım zaten. Kitabın ilk bölümü, yani köyde geçen…
-
PORNOGRAFI / WITOLD GOMBROWICZ
Kasım’da “ince” kitaplarımla rekora koşacağım derken vallahi ciddi değildim Tanrım beni kitapla lanetleme. Amen. 208 sayfalık Pornografi’yi öyle şıp diye okuyup bitiremedim. Çünkü yaşlı organizmaların “genç” organizmalara duyduğu nefreti sindirmem gerekti. Hayır bunu bilmediğinden değil de, ilk kez bir kitapta insanın içindeki karanlığı -ki onlar buna olgunluk diyor- gençler üzerinde pornografik bir deneye dönüştürmelerini okudum. Pornografi (ıyy sevmeyiz değil mi?) aslında hayatın bütünlüğünü parçalayan ve bizi aynayla karşı karşıya bırakan şey. Uzun süredir ölüm pornosu üzerine düşünüyorum ve savunduğum bir şey var. Mesela bir insan profilinde ölmüş hayvan ve insan fotoğrafları paylaşıyorsa ölümün pornografik tarafı ilgisini cezbetmiştir. Alan bebeği hatırlarsınız, onun cansız bedenindeki görsel görkem (!), o yatışın eşsizliği, o…
-
METER-KYBELE’NİN ATRİBÜLERİ VE ATRİBÜLERİN ANLAMLARI
1. ASLAN Tanrıçanın oturan heykellerinde görülen aslan betimleri Phryg dönemi eserlerinde de görülmesine rağmen tanrıçanın o dönemlerdeki değişmez hayvanı olmadığı açıktır. Phryg örneklerinde genellikle aslandan ziyade alıcı kuş göze çarpar. Ancak Yunanlılaştırılmış Meter-Kybele’de alıcı kuşun tamamen terk edildiği ve tanrıçanın avcı özelliğini yitirdiği görülür. Anadolu’da kullanılan alıcı kuş atribüsünün terk edilmesine rağmen aslanların korunuşu, Meter-Kybele’nin hem vahşi hayvanlarla ilişkisini, hem de Doğulu ve Phryg kökenini vurgular. Aslan aynı zamanda tanrıçanın gücünü ve egemenliğini simgeler 2. TYMPANON (TEF) Meter-Kybele betimlerine tympanon Yunanlılar eklemişlerdir. Tanrıça tympanonu daimaa sol elinde tutmaktadır. Bu çalgı tanrıçanın onurunda düzenlenen ayinlerde çalınan müziği simgeler. Yine de tympanonun tanrıçanın kişiliğini simgeleyen bir atribü olduğu söylenemez. Çünkü tympanon tanrıçanın…
-
YUNAN MİTOLOJİSİNDE TANRISAL VARLIKLAR
Yunan mitolojisi Olymposlu tanrılar pantheonu dışında pek çok ikincil tanrıları, tanrıçaları ve mitolojik varlıkları da içinde barındırır. Bunların hemen her biri çeşitli kavramları ifade ederler. Yunanlılar öç, yalvarma, güzellik ve buna benzer pek çok kavramı kişileştirmiştir. Bu da kuşkusuz hayatı kavramaları ve hayal sınırları konusunda bize fikir verir. Öğrenci iken bu mitolojik varlıklar ilgimi çekmekle birlikte bir türlü zaman bulup inceleyememiştim. Şimdi bu konulara özgürce dalabiliyorum. (Yaşasın İşsizlik! Yaşasın aç kalabilme özgürlüğü!) Mitolojik varlıklardan bir kısmını ufak başlıklar halinde gerektiğinde güncellemek üzere derledim. Derlerken elbette ayrıntılı hikayelerini de okudum ve eğer bu mitolojik varlıklar, ufak tefek tanrıçalar, periler olmasaydı Yunan mitolojisinin pek sığ kalacağını düşündüm. Keyifli okumalar. HORALAR Doğada düzeni…
-
PİSAGOR ÜÇGENİ VE İKİ VAZO RESMİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
M.Ö. 541 yılında Heredotos’un İonialı aydınlar arasında gösterdiği Pythagoras (Pisagor) bir matematikçi ve fizikçidir. Pisagor’un geliştirdiği teorem ve anlayışı “Harmonia kai Symmetria” şeklinde özetlenebilir. Bu herşeyin bir ölçü içinde uyumlu olması demektir. Pisagor bu kavramı ünlü simetri üçgeni ile açıklığa kavuşturmuştur. Üçgendeki her çizgi birbiriyle simetriktir ve ne yönden bakılırsa bakılsın bu simetri değişmez. Günümüzde simetri anlayışı daha farklıdır. Harmonia bir müzik terimi olduğu için düşünürün müzikten etkilenerek simetri ve uyum felsefesini geliştirdiği düşünülür. Platon öncesi sanatta bu felsefenin izlerini görmek mümkündür.Şimdi Pisagor’un uyum ve simetri kavramlarına uyan iki eserin incelenmesine geçebiliriz.Bunlar Euphronios ressamına ait olan Paris Krateri ve New York krateridir. PARİS KRATERİ Bu kırmızı figürlü kalyks kraterde Herakles…
-
Tünel -Ernesto Sabato
Artık varoluşçu yazarlarla sınama beni Allahım. Amin! Aslında ben başıma gelecekleri biliyordum da, kendim kaşındım. Kitabın başında yazıyordu: “Romanda, kimseyle iletişim kuramayan tipik bir varoluşçu karşı-kahramanın, insanlık durumunun saçmalığı karşısında içe kapanışını betimledi.” Al işte! Sonra bir de Albert Camus bu kitabın Fransızca’ya çevrilmesine de önayak olmuş. İşte o noktada kaçsam kaçabilirdim aslında. Çünkü artık ne okumam ne okumamam gerektiğini bilecek yaştayım. Varoluşsal sorunlardan uzak durmalıyım, çünkü çözdüm ki ben onları! Vallahi bak! Camus, Sartre… Ama yok olmuyor işte. Ernesto Sabato’nın yaşam öyküsü de içine çekti beni ve Maria Iribarne’yi öldüren adamın öyküsünü okurken buldum kendimi. Tünel’e girmiş bulundum bir kere. Şimdi üçlemenin diğer iki kitabını da okumam gerekiyor ki…
-
Miguel Littin’in Macerası / Şili’de İllegal
Çok beklemeden, derleyip toplamadan yazacağım çünkü düşüncelerim düşündükçe dağılacak, biliyorum. Gabriel Garcia Marquez’in en kendisinin olmayan kitabını okudum. Bu kitap Şilili yönetmen Miguel Littin’in Şili’ye illegal yollarla girip diktatörlük günlerinde çektiği filmin macerası. Yani Marquez sadece yazıya dökmüş diyebilirdik de, ama kitabı okurken farkettim ki, vasat bir yazarın elinde bu macera heba olabilirdi. Miguel Littin Şili’nin yetiştirdiği önemli bir yönetmen ve Allende yanlısı. 11 Eylül 1973’de Albay Pinochet darbe yaptığında ailesiyle kaçmak zorunda kalıyor ve Şili’ye girmesi kesinlikle yasaklanan beş bin kişiden biri. 12 yıl sonra Littin Şili’de bir film çekmeye karar veriyor ve illegal olarak ülkesine giriyor. Birbirlerinden habersiz bir Hollandalı, bir İtalyan ve bir de Fransız çekim ekibini…